Tanrı
insanı yarattı ve devamında, topraktan yarattığı bu zayıf varlığın, ışık ve
ateşten yaratılmış Şeytan’dan üstün olduğunu söyleyerek, Şeytan’a insanın
önünde eğilmesini emretti. Ancak Şeytan bunu kabullenemedi ve insan
daha dünyaya gelmeden çok önce dünyaya sürüldü. Dünya, doğa ve bu topraklar
onun krallığı oldu. Derken bir gün insan da zamanında Şeytan’ın iddia ettiği
gibi zayıflığına yenik düştü, yasak meyveyi yedi ve cennetten kovularak
Dünya’ya sürüldü, kendisinden nefret eden Şeytan ile baş başa kaldı. İşte tam
olarak bu yüzden insana verilen sürgün hem iyi bir sınav, hem de ağır bir
cezaydı. Çünkü insanoğlu, Şeytan’ın krallığında yaşamaya mahkûm oldu.
Pagan
mitlerinden kalma hepimizin annesi kutsal, yüce ve iyi kalpli Doğa Ana inancı
genlerinize işlediyse bu yazıyı kabullenmeniz zor olacak. Doğa da, doğada
yaşayan tüm canlılar da kötülüğün esiridir. Doğa güçlünün zayıfı ezdiği bir
sistemdir. Doğada devamlı cinayet ve sömürü vardır. Doğa, avını öldürmeden,
yavaş yavaş, acı çektirerek yiyen sırtlanlara; bal çalmak için bal arısı
kovanına girip birkaç saatte on binlerce bal arısını öldüren eşek arılarına,
başka bir canlının depoladığı kışlık yemeğini çalıp açlıktan ölmesine neden olan
tilkilere, yuvada kendisine daha fazla yer açmak için diğer yumurtaları ve
küçük kardeşlerini yuvadan atan kuş türlerine ev sahipliği yapar. Karnını
doyurmak için avını önce boynundan yakalayarak öldüren ve acı çekmesini en aza
indiren bir aslan ise doğanın zalimliği göz önüne alındığında belki de en asil
canlılardandır, değil mi? Tam olarak değil. Çünkü bir erkek aslan da sürünün
lideri mevcut erkek aslanı öldürdüğünde, dişi aslanlarla yeni çocuklar üretmek
istediği için, eski erkek aslanın mevcut çocuklarını öldürür. Bunu dişi
aslanlar da birbirlerinin çocuklarına sürüde daha fazla güç kazanmak amacıyla
dönem dönem yapmaktadır.
Şimdi
akıllara şu klasik cümle gelecektir; “ama doğanın düzeni böyle”. Tam olarak ben
de bunu diyorum. Doğanın düzeni acımasızdır. Doğa, bırakın hayatta kalma
amacını, bazen sadece daha fazla güç kazanmak amacıyla her türlü kötülüğü yapan
canlılarla doludur. Tahtı sallanmasın diye kendi kardeşlerini öldüren
padişahları kınarız, nihayetinde karnını doyurmak için çalan hırsızları
cezalandırırız, kendi önünü açmak için arkadaşını öldüren katilleri suçlarız;
ancak hepsinin doğada örneği vardır. Ve bu suçlar doğada olunca hepsine
“doğanın düzeni böyle” der geçeriz.
ÜÇ BÜYÜK GÜNAH
Doğa
kötü iken, elbette doğanın bir parçası olan insan da ne azıdır ne de fazlası.
Üstelik insan da, diğer canlılar gibi sadece hayatta kalmak için değil, daha
fazla güç kazanmak için de kötülüğe kucak açar. Kısaca olay sadece hayatta
kalma içgüdüsü değil, aynı zamanda güç arzusuyla dolu kibir, kıskançlık ve
açgözlülük de içerir. Zaten insanın içindeki kötülüğe baktığımızda, aslında
hemen hemen tüm suçların üç temel canlı özelliğinden kaynaklandığı ortaya
çıkmaktadır. Bunlar, açgözlülük, kıskançlık ve kibirdir.
İbrahimi dini metinlere baktığınızda da ister bu dinlere inanarak Tanrı’nın
bir mesajı olarak adlandırın, isterseniz de bu dinleri insanın ruhunun
çirkinliklerini dizginlemek için üretilmiş insan yapımı metinler olarak düşünün; üç
büyük günah üzerine açık göndermeler bulunmaktadır. Öyle ki, bu dinlerde, bir varlık
tarafından işlenmiş ilk günah, Şeytan’ın Tanrı’yı dinlemeyerek insanın
üstünlüğünü kabul etmeyişi, yani kibir; insanoğlu tarafından işlenmiş ilk
günah, Âdem ile Havva’nın her türlü olanakları olmasına rağmen yine de
kendilerine hâkim olamayarak yasak meyveyi yemesi, yani açgözlülük ve üçüncü
olarak insanoğlu tarafından ama bu sefer dünya üzerinde işlenmiş ilk günah ise,
Âdem’in oğlu Kabil’in, babası tarafından daha fazla sevilmesi ve de daha güzel
bir kadına sahip olduğu için erkek kardeşi Habil’i öldürmesi, yani
kıskançlıktır. Günümüz yargısal suçlarına ve yargı dışı gayri ahlaki konulara
baktığımızda her yadırganan davranışın bu üç günahtan en az birisini içerdiğini
görmekteyiz. Eğer ki bir davranış bu üç günahtan birini içermiyorsa, o halde bu
davranışın hatalı veya kötü olmadığını kabul etmek de mantıklı olacaktır.
Örneğin, hiçbir şekilde yiyecek bir şey bulamadığı için hayatta kalma amacıyla
hırsızlık yapan bir kişi kibirli, açgözlü, kıskanç olmayacak kısaca kötü bir
davranış sergilememiş olacaktır. Diğer yandan, kendisinde iki adet oyuncak,
kardeşinde hiç oyuncak olmayan bir çocuğun ısrarla oyuncaklarından birisini
kardeşine vermek istememesi açgözlülüktür ve kötü bir davranıştır. Kötülüğü bu
şekilde değerlendirdiğinizde her suçlunun kötü olmadığını, ancak her insanın
öyle ya da böyle kötülükle iç içe olduğunu göreceksiniz.
Kısaca, her kötülüğün arkasında aslında bir neden vardır. Yaptığı kötülüğün sorumluluğunu/suçunu ya karşısındakine ya da metafizik bir kavram olan şeytana ("şeytana uydum") atan insanoğlu, şüphesiz yaşadığımız doğanın en kötü ve üstelik sorumsuz canlısıdır.
DOĞUŞTAN GELEN ADALET
DUYGUSUKısaca, her kötülüğün arkasında aslında bir neden vardır. Yaptığı kötülüğün sorumluluğunu/suçunu ya karşısındakine ya da metafizik bir kavram olan şeytana ("şeytana uydum") atan insanoğlu, şüphesiz yaşadığımız doğanın en kötü ve üstelik sorumsuz canlısıdır.
Tarihteki
pek çok örnek göstermiştir ki, rahatı ve güvenlik hissi bozulan insan
kolaylıkla binlerce yıl boyunca yavaş yavaş ilerlettiği medeniyeti bir çırpıda
yok edebilmektedir. Özellikle 16. yüzyılda keşifler sırasında ıssız bir adaya
düşüp de birbirini öldürüp yiyenler, Holokost sırasında Nazi subaylarına
yakalanmamak için ağlayan bebeğini boğan kadınlar, Orta Çağ’da kara veba
nedeniyle kıtlık baş gösterince sınırlı gıdadan daha fazla yararlanmak için
akrabalarını öldüren insanlar... Evet, W. Golding’in Sineklerin Tanrısı
romanı aslında bir kurgu değil, insanın özüdür: İnsan içindeki kötülükle,
şeytanıyla birlikte yaşar.
Ancak
asıl kötü olan, insanın sadece zor durumda kaldığında, hayatını devam ettirebilme
amacıyla değil; bolluk, rahat ve güven içerisindeyken bile yalnızca daha fazla
güç elde etmek için kolaylıkla kötülüğe yönelmesidir. Sırf bu nedenle binlerce yıllık
insanlık tarihinin %99’u savaşlar ve katliamlar ile
geçmiştir. Günümüzde yanı başımızda belki savaşlar olmasa da bunun örneğini günlük hayatta okullarda veya iş yerlerinde yine görebilmektesiniz. 20 kişilik bir insan topluluğunu
aynı ortama koyup, birkaç hafta zaman geçirmelerini istediğimizde, öncelikle bu
grup birkaç alt kümeye bölünecek, devamında gruplar arasında dedikodu ve en
sonunda kavgalar ortaya çıkacaktır.
İnsan
doğası gereği farklılardan korkmaya ve benzerler ile gruplaşmaya meyillidir.
Kendi ile aynı düşünmeyeni (fikir çatışmaları), kendi ile aynı
inanmayanı (din savaşları), hatta kendine dış görünüş olarak benzemeyeni
(ırkçılık) bile düşman olarak görebilir. Bu durum hayattaki en büyük
varlığı kendi canı olan insanların ilk önceliğinin güvenlik olmasıyla
alakalıdır. Öyle ki, insan kendine benzeyen bireylerin yanında daha rahat
etmektedir. Ve bu insana doğuştan gelen, binlerce yıllık mirasıdır. Nitekim
evrimin ahlaki köklerini incelemek amacıyla Yale Üniversitesi’nin Bebek
Laboratuvarı çalışmalarının sonuçlarına göre de insanoğlu daha doğuştan
önyargı, bencillik, cezalandırma ve intikam gibi duygulara sahiptir.
Çalışmanın
ilk aşamasında, 6 aydan daha yaşlı olmayan bebeklere kukla şovu izletilmiştir.
Kukla şovu sırasında, sarı renkli bir kedi kuklası, içerisinde yemek bulunan
bir kutuyu açmaya çalışmakta, önce beyaz üstlü köpek kuklası ona yardım
etmekte, sonrasında ise mavi üstlü köpek kuklası kediye yardım etmek yerine,
tam tersi kutuyu açmasını engellemektedir. Bebeklerin hangi kuklaya
yöneldiğinin analizi sonucunda, beklendiği gibi %75’i iyilik yapan ve zararsız
olan beyaz üstlü kuklayı tercih etmiştir. Ancak diğer yandan sarı renkli kedi
kuklası yerine, öncesinde hırsız olarak gösterilen bir tavşan kuklası
kullanıldığında, bu sefer bebeklerin %81’i mavi üstlü köpeği tercih etmiştir.
Bu durum bebeklerin iyilik yapanı sevdiğini ve ayrıca doğuştan adalet duygusuna
sahip olduğunu ve kötü olanın cezalandırılmasından memnun olduklarını
göstermektedir. Ancak acaba bu adalet duygusu her zaman adil midir?
Daha
önce de belirttiğim gibi insanlar doğası gereği kendilerine benzer kişilere
yakınlık kurarken, kendilerinden farklı olanlara karşı düşmanlık duygusuna
sahip olurlar. Aynı kukla testi kapsamında bu sefer bebeklere, kutuyu açmaya
çalışan sarı renkli kedi kuklasının test edilen bebeğin de sevdiği bir yemeği
yemek istediği; teste dâhil olan yeni alternatif gri kedi kuklasının ise bebeğin
sevdiği yemeği yemek istemediği, bebeğin sevmediği bir yemeği yemek istediği
gösteriliyor. Bu durumda bebeklerin hangi kedi kuklasına yöneldikleri test
edildiğinde, sonuç beklendiği gibi bebeklerin kendileri ile aynı yemekleri
seven sarı kedi kuklasını tercih ettikleri çıkmıştır. Devamında ise ilk kutu
testi tekrarlanmış ama bu sefer kutuyu açmaya çalışan gri renkli kedi kuklası
olmuştur. Test sonucunda bebeklerin %87’si, kutuyu açmaya çalışan gri kedi
kuklasına engel olan mavi üstlü köpek kuklasını, beyaz üstlü köpek kuklasına
tercih etmiştir. Kısaca, gri kedi kuklası, tavşan kuklası örneğinde olduğu gibi
hırsızlık vb. herhangi bir suçta bulunmamışken bile, sadece farklı yemek zevki
olduğu için bebekler tarafından olumsuz gözle görülmüş ve cezalandırılmıştır.
Bu
çalışmadan ortaya çıkan sonuç oldukça basittir, insan daha doğuştan adalet
duygusuna sahip olmakta, ancak diğer yandan adaletini kendi subjektif
yargılarına göre dağıtmaktadır. Evet, insanın suç işleyeni cezalandırmak
istemesinde herhangi bir etik yanlış yok, ancak insan sadece suç işleyeni
değil, herhangi bir suçu olmasa bile, kendine benzemeyeni de cezalandırmak
istemektedir. Kısaca, her türlü ayrımcılığın ve ırkçılığın temelini oluşturan
bu nefret öğretilmiş değil, doğuştan gelir.
İNSANOĞLUNUN ÇIKARCILIĞI
İnsan
ilişkilerinin çıkarcı olmasını sağlayan, doğadaki tüm diğer canlılarda da var
olan hipergami davranışıdır. Hipergami, genel tanım olarak erkek – kadın
ilişkilerinde insanların kendilerinden daha üst seviyede eş seçme eğilimi olsa
sadece cinsel etkileşimin aksine, hayatın her alanında, arkadaşlık ilişkileri,
hatta bir daha asla görmeyeceğimiz yabancılara bile davranışımızı
düzenlemektedir. Öyle ki, her ne kadar karakteri bize uygun olmasa da, iyi
giyimli, çekici tipli, sosyal statüsü yüksek olan ve kendine güvenli bir kişi
ile iletişim kurmaya daha istekli iken, tam tersi özellikteki kişileri
görmezden geliriz. İnsanoğlu, sürekli kendisine yük olacak, herhangi bir
faydası olmayan birisi yerine, kendisine bir şeyler katabilecek,
faydalanabileceği, onu kullanarak daha üst seviyeye yükselebileceği kişilere
yatırım yapmayı tercih eder. Zaten arkadaş kelimesi de anlam olarak bir
çıkara hizmet etmektedir, arkadaş, arkayı kollayan, insanın zayıf noktasını
koruyan, onu dolduran kişidir. Kimse, ona hiçbir faydası olmayan biriyle
arkadaşlık kurmaz.
Aile kavramı ise ebeveyn için neslini devam ettirerek ölümsüz olma; çocuk için ise güvenlik ve bakım ihtiyacıdır. Bu nedenle çocuğun güvende tutulmaya ihtiyacı kalmadığı zaman ailesiyle bağlarını koparması ve kendisine içinde ailesinin bulunmadığı bir hayat kurmak istemesi doğal olandır.
Aşk ise, insanın sonsuzluğa ulaşma arzusunun bir ürünüdür. Tüm canlılar ölümlü olduğu için sonsuzluğa ulaşmak için üreme üzerine yoğunlaşmıştırlar. İnsanın da ister sahip olduğu aşk duygusu, ister tek gecelik seks arzusu olsun, temelinde üreme dürtüsü yatmaktadır. Üremede önemli olan da, üreme sonucu ortaya çıkacak yeni bireyin, genetik bakımdan güçlü olarak onun da kaliteli bir birey seçerek neslin devam etmesinin garanti altına alınmasıdır. Bu nedenle kadın da erkek de karşı cinste ilk olarak dış görünüşe bakmaktadır. Çünkü dış görünüş aslında sağlam bir genetik yapı ve sağlıklı bünyenin yüzde yüz doğrulukta olmasa da temel özelliklerini sunmaktadır. Ek olarak iki cins de farklı oranlarda olsa da karakter, zeka, finansal durum, sosyal statü gibi diğer seviye yükselten faktörlerle ilgilenmektedir .
Aile kavramı ise ebeveyn için neslini devam ettirerek ölümsüz olma; çocuk için ise güvenlik ve bakım ihtiyacıdır. Bu nedenle çocuğun güvende tutulmaya ihtiyacı kalmadığı zaman ailesiyle bağlarını koparması ve kendisine içinde ailesinin bulunmadığı bir hayat kurmak istemesi doğal olandır.
Aşk ise, insanın sonsuzluğa ulaşma arzusunun bir ürünüdür. Tüm canlılar ölümlü olduğu için sonsuzluğa ulaşmak için üreme üzerine yoğunlaşmıştırlar. İnsanın da ister sahip olduğu aşk duygusu, ister tek gecelik seks arzusu olsun, temelinde üreme dürtüsü yatmaktadır. Üremede önemli olan da, üreme sonucu ortaya çıkacak yeni bireyin, genetik bakımdan güçlü olarak onun da kaliteli bir birey seçerek neslin devam etmesinin garanti altına alınmasıdır. Bu nedenle kadın da erkek de karşı cinste ilk olarak dış görünüşe bakmaktadır. Çünkü dış görünüş aslında sağlam bir genetik yapı ve sağlıklı bünyenin yüzde yüz doğrulukta olmasa da temel özelliklerini sunmaktadır. Ek olarak iki cins de farklı oranlarda olsa da karakter, zeka, finansal durum, sosyal statü gibi diğer seviye yükselten faktörlerle ilgilenmektedir .
Diğer
yandan, insan ne kadar çıkarcı da olsa, aynı zamanda nankördür ve onun
çıkarlarına çalışanın da değerini çoğunlukla bilmez. Nitekim insan psikolojisi
basittir. Bir insana iyilik yapmak veya ilgi göstermek onun sizi sevmesini
sağlamaz. Tam tersi bir kişiye herhangi bir karşılık almadan aşırı yatırım
yaptığınızda, o kişi bilinçaltında sizin kendisine bu kadar yatırım yapmanızın
tek nedenini, sizden daha yüksek bir seviyede olmasıyla açıklar (yani sizi ona hizmet etmek zorunda olan bir köle olarak algılar). Burada
otomatik olarak hipergami devreye girer ve aslında iyilik yapan, ilgi gösteren
kişi daha yüksek seviyede olsa bile, artık düşük algılanmaktadır. Diğer
yandan sürekli yatırım yapan kişi ise bu kadar karşılıksız yatırım yapmaya
devam etmesini bilinçaltında karşısındakinin kendisinden yüksek seviyede
olmasıyla açıklar. Kısaca ilgi gösteren yüksek, ilgi gören düşük seviyede
olsa bile, işler tersine döner.
Not: Fazla ilgi ve iyiliğin sizi kişiye bağımlı hale getirmesi ile ilgili detay için; Her Türlü Bağımlılığı Yok Etmek ve Mutluluğun Hormonları yazılarımı okuyabilirsiniz.
Not: Fazla ilgi ve iyiliğin sizi kişiye bağımlı hale getirmesi ile ilgili detay için; Her Türlü Bağımlılığı Yok Etmek ve Mutluluğun Hormonları yazılarımı okuyabilirsiniz.
Görüldüğü
üzere, insan toplumunda, naif bir şekilde karşılığını almadan iyilik yapmak
çoğu zaman zayıf olarak adlandırılacak ve bu şekilde davranan kişiye değer
verilmeyecektir. İnsan, karşılıksız iyilik yapanı zayıf görmeye meyillidir (not:
Elbette karşılıksız ilgiyi alan kişi, eğer ilgi gösteren çok kötü bir seviyede
değilse, bu kişiyi elinde tutmaya çalışacaktır, sonuçta her insan ilgi
gösterilmesini sever. Ancak sürekli yakınında tuttuğu bu kişiye asla saygı
duymayacak ve onun hak ettiği değeri ona vermeyecektir).
İNSANOĞLUNUN
GÜCE OLAN ARZUSU
Daha
önce de belirttiğim gibi insanoğlu için güvende olma hissi yeterli olmayıp,
birey her daim daha fazla gücü aramaktadır. İnsan, en basit konularda bile
rekabetçidir, ya daha güçlü olmayı, ya da daha güçlülerin peşinde, yanında
olarak onlarla birlikte güçlenmeyi planlar. Ve bu rekabet, çoğu zaman etik
kuralların dışına çıkarak kıskançlık dolu bir hırs yaratır. İnsanoğlu bu
isteğini hiçbir zaman kaybetmese de zaman içerisinde medeniyet, eğitim ve ahlak
kuralları ile baskılamayı öğrenmiştir.
Yale
Üniversitesi’nde bu sefer bebekler yerine çocuklar üzerinde gerçekleştirilen
bir diğer çalışma kapsamında anaokulu çocukları bir masaya oturtulmuştur.
Masada yeşil ve mavi olmak üzere iki bölge bulunmaktadır. Çocuk mavi bölgedeki ödülü
seçerse kendisi iki adet ödül, başka bir çocuk da iki adet ödül alacaktır.
Çocuk yeşil bölgedeki ödülü seçtiğinde ise kendisi bir adet ödül alacak, ama
başka bir çocuk hiç ödül almayacaktır. Oyun Teorisi ile düşündüğümüzde
çocuğun kendisi için en mantıklı olan tercihi yani, maviyi seçerek iki ödül
alması beklenir. Ne var ki, çocukların büyük bir kısmı sırf karşısındaki
çocuktan daha fazla ödüle sahip olmuş olabilmek için yeşil tercihi yaparak,
sadece bir adet ödül almaya razı olmuştur. Kısaca, - anaokulu çocuklarında
doğuştan gelen kıskançlık ve bencillik, mantığın önüne geçmektedir. Kısaca,
adalet kişinin kendisine geldiğinde önemini kaybetmekte, yerini güç arzusuna
bırakmaktadır. Dikkat edin, buradaki seçim açgözlülük değildir, nitekim
çocuklar çok daha az ödüle razı olmuştur. Çocuğun bu tercihi yapmasındaki tek
amaç, diğer çocuktan daha fazlasına sahip olmak, yani daha güçlü olmaktadır.
İkinci testte ise ilkokula giden, belli başlı medeniyet öğretilerini
geliştirmekte olan 8-9 yaşlarında çocuklar seçilmiş, bu durumda çocukların
büyük bir kısmı mantıklı tercih olan maviyi seçmiştir. Burada çocuklar hala
içinde güç isteği barındıran insanlardır, ancak belli seviyede eğitilmiş ve
medeniyete ayak uydurmuşlardır.
İnsanoğlu
yaşamının her alanında güçlü olma arzusunu içinde bulundurmaktadır. Ve bu
arzuyu gerekirse kötülük ile gerçekleştirmeye de meyillidir. Yalnızca,
çocukların hayattan beklentisi daha basit düzeyde olduğu için yaptıkları
kötülük de basit ve önemsenmeyen seviyededir.
İnsanoğlu,
hipergami ile de açıkladığımız gibi güçlü insana özlem duyduğu kadar, zayıf
insana da tiksinti duymaktadır. Nitekim, zayıf olan, zayıflığını gözler önüne seren
insan, hem karşısındakine bir şey katmayan, işe yaramaz, hem de kendisinin ve
çevresinin hayatta kalma ihtimalini düşüren bir insandır. Bu nedenle, insanlar, başkalarına karşı
kötü, ancak kendilerine iyi olan insanları, herkese karşı karşılıksız bir
şekilde iyi olan insanlara tercih ederler. Bunun nedeni de kötü insanın kötü
olan doğada hayatta kalma olasılığının daha fazla olmasıdır (Neden İyi Çocuklar Her Zaman Kaybeder?).
Ancak
burada karıştırılmaması gereken bir nokta vardır. Eğer ki kötü olan güçsüz ise
insan yine bu kişiye saygı duymayacaktır. Ancak diğer yandan, kötü birisi güçlü
ise, bu durumda ses çıkarmayacak, onunla yakınlaşmak isteyecektir. En azından
toplumun pasif çoğunluğu, iyi de kötü de olsa, bu güçlüye yanaşacaktır. Diğer
yandan, toplumda az sayıda olan, kötülük ile elde edilmiş güce karşı olan cesur
bireyler, gücün peşinde koşan toplumun çoğunluğunu oluşturan cesaretsiz
pasifler tarafından dışlanacaktır.
İnsanoğlunun
güce olan aşkı basit bir hırs ve rekabet kavramının çok daha ötesindedir. Öyle
ki, insanoğlu, kendini güçlü algılama amacıyla, savunmasız durumda olduğunu gördükleri kişilere eziyet çektirmeye meyillidir. Örneğin, Sırp performans sanatçısı Marina Abramovic’in
1974 yılında Rhythm 0 adlı performansı da insanoğlunun karanlık yüzünü
ispatlayan türden olaylar yaşanmasını sağlamıştır. Performans, Abramovic’in
altı saat boyunca seyircilerin önünde hiçbir şeye tepki vermeden sabit
kalmasından oluşmaktaydı. Abramovic’in hemen yanındaki masada ise gösteriyi
izlemeye gelen izleyiciler için kalem, çiçek, yiyecek ve bıçak gibi materyaller
bırakılmıştı. İlk başlarda Abramovic hareketsiz dururken izleyiciler de onu
nazik bir şekilde izlemekte, bazıları masadan çiçekleri alıp onun ellerine
bırakmaktaydı. Ancak yaklaşık 6 saat süren performans ilerledikçe, karşılarında
hiçbirşeye tepki vermeyen kadının savunmasız ve zayıf olmasından dolayı
izleyiciler de artan bir şekilde şiddete yöneldiler. Önce seyircilerden birisi
kadına hafif bir tokat attı, Abramovic’in tepki vermemesi üzerine daha da
cesaretlenen ve ilk başta çiçek veren bazı izleyiciler bu sefer Abramovic’e
vurmaya başlamıştı. Bir izleyici masadaki silahı alıp kadının eline vererek kendine
doğru tutmasını sağlayacak şekilde yerleştirdi. Bazı izleyiciler kadının
kıyafetini parçalayarak Abramovic’i çırılçıplak bıraktılar. Bu noktadan sonra
artık fiziksel işkence ve cinsel tacizler başlamıştı. İzleyicilerin bazıları
kadının kalçalarına ve göğüslerine elliyor, bir kısmı kadına tükürüyor, bir
kısmı ise masada bulunan bıçakla kadının üzerine çizikler atıyordu. Hatta
birkaç kişi kadını masaya yatırıp tecavüz etmeye bile yeltendi. Abramovic tüm
bu davranışlara rağmen hareket etmiyordu, ancak gözyaşları içerisindeydi.
Nihayetinde tüm bu durumdan rahatsız olan bir kadın kalabalığın arasından
sıyrılarak Abramovic’i korumaya aldı. Devamında kurtarıcı kadından cesaret alan
diğerleri de olaya müdahale etti ve insanoğlunun içindeki kötülüğü ortaya çıkaran
performans daha ağır bir şiddet eğilimine girmedi. İşin ilginç noktası, 6 saat
sonunda performans bitip de Abramovic hareket etmeye başladığında, kötü
davrananların tamamı ortamı terk etmişti. Bu performanstan, yazının ilerleyen kısımlarında
değineceğim gibi, insanoğlu zayıf birini gördüğünde kötülük yapmaya ve
ayrıca yine öne atılan, tepki gösteren birisi olmadığı sürece kötülüğü
durdurmak yerine kötülüğe ortak olmaya, ya da en azından ses çıkarmamaya
meyillidir.
Peki,
şimdi akıllara önemli bir soru gelecektir, “madem insanoğlu zayıfı sevmiyor
ve güçlüye âşık, o halde neden insanoğlu aynı zamanda da mağdur psikolojisine,
mağdurları desteklemeye meyillidir?”. Bu durumun nedeni insanın yine
çıkarlarını düşünmesidir. Nitekim her ne kadar güçlü olan daha çekiciyse de,
kötü olma ihtimalinde bireyler için durum tehlikeli bir hale de gelmektedir (fazla güç kazanan kötü, bir gün kendilerine de zarar verebilir). Bu nedenle güçlü olanın
daha da güçlenmesinin, eğer güçlünün yakınındaki birisi değilse bireyin
kendisine bir faydası yoktur (not: Siyasi partiler yönetime geldiklerinde
destekçilerine pek çok yarar sağlarlar, bu sayede destekçileri daha fazla yarar
sağlamak için partinin daha da yükselmesini ister, diğer yandan partinin
yönetime gelmesinden fayda sağlamayan kesimler en ufak değişiklikte
desteklerini çekebilirler). Bu yüzden kendi başına bir zarar gelmediği
sürece, güçsüz olanı desteklemek, kendisinin çıkarınadır. Sonuçta, güçlünün
daha da güçlenmesi engellenmektedir.
Diğer yandan insan hiçbir şekilde kendini riske atarak güçsüzü desteklemeyecektir. Nitekim, insanlar futbol maçlarında, siyasi parti seçimlerinde veya gizli oylamalarda mağdura oy verebilir, ancak 4-5 kişinin zayıf birisine eziyet ettiği bir durumda oldukça az sayıda kişi müdahale edecektir.
Diğer yandan insan hiçbir şekilde kendini riske atarak güçsüzü desteklemeyecektir. Nitekim, insanlar futbol maçlarında, siyasi parti seçimlerinde veya gizli oylamalarda mağdura oy verebilir, ancak 4-5 kişinin zayıf birisine eziyet ettiği bir durumda oldukça az sayıda kişi müdahale edecektir.
İYİLİK İLE KÖTÜLÜĞÜN ÇATIŞMASI
Hayatı
Jean-Jacques Rousseau romantizminde yorumladığımızda, insan bebeklerini,
dünya ile ilgili hiçbir fikri olmayan, içinde kötülük barındırmayan, her şeyi
sonradan öğrenen, temiz canlılar olarak düşünür ve hataya düşeriz. Rousseau, insanın
ilkel halinin iyi olduğunu, zihninin sonradan kötüleştiğini iddia eder,
ancak bilimsel ve tarihsel ispatlar, durumun tam tersi olduğunu göstermektedir.
Doğanın acımasız olduğu gibi ilkel insan da acımasızdır.
Rousseau
oldukça naif bir şekilde, doğanın özünde hayatta kalmak ve merhamet
duygularının olduğunu iddia eder. Rousseau’ya göre, doğal hukuk
yeterlidir, ancak doğal hukukun dengesini bozan insan aklıdır. Doğa eşitsizliğe
izin vermez, doğada her şey dengede ve eşittir. Ancak bu durumu insan bozar ve
insanlar arası eşitsizliğin olduğu durumlar insanı kötülüğe götürür. Burada
her ne kadar Rousseau’nun insanlar arasındaki eşitsizliğin insanı kötülüğe
götürdüğüne katılsam da bu iddia aslında eksiktir. Öyle ki, eşit haklara sahip
pek çok insan yine de güç kazanarak birbirine üstün gelmek, lider olmak
istemektedir. Nitekim, en basit örnek olarak Rousseau’ya göre ikiz çocuklar
arasında hiçbir çekişme olmaması gerekirdi. Ancak insan doğası özelleşmek,
diğerlerine göre üstün olmak istemektedir. Bu nedenle eşit bir şekilde tüm
insanlığın mavi renkli telefona sahip olduğu bir dünyada, aynı
özelliklere sahip kırmızı renkli telefonu sahip olmak için insanlar kat
kat daha fazla para verecektir.
Rousseau
gibi, Thomas Hobbes da insanların doğuştan eşit olduğunu kabul etmiştir.
Üstelik bu eşitlik hem bedensel hem de zihinsel yetenekler bakımından var
olmaktadır. Ne var ki, hem Rousseau hem de Hobbes doğayı gereğinden fazla
kutsayarak hataya düşmektedir. İşin aslı, doğa hiçbir zaman eşitlik vaat etmez.
Öyle ki, sağlam kalıtsal özelliklerle dünyaya gelmiş, Avrupa doğumlu, varlıklı
bir aileye sahip, fiziksel olarak güçlü, dış görünüş olarak güzel ve zihinsel
olarak zeki bir bebek ile zayıf, çirkin ve zeka geriliği olan, Sahraaltı
Afrikası doğumlu, fakir aileye sahip bir bebek hayata eşit başlamamış, doğa bu
iki bebeğe eşitlik tanımamıştır. Hatta bu ekstrem örnekleri de geçersek, aynı
ailede dünyaya gelmiş, birisi güçlü, uzun ve yakışıklı, diğeri kısa boylu,
zayıf ve çirkin kardeşlerin bile hayatı doğuştan eşit değildir. Ancak, doğanın
yarattığı eşitsizliği, insanoğlu binlerce yıl emek göstererek yarattığı
medeniyet sayesinde tamamen olmasa da bir derece yenmiştir. Öyle ki, doğal
seleksiyonda yok olmaya mahkum olan çirkin ve güçsüz birey, daha çok çalışarak,
belki iş hayatında daha ağır riskler alarak, fedakarlıklar yaparak, doğuştan
hayata 1-0 önde başlamış kardeşinin önüne geçerek, durumu 1-1, hatta 1-2
yapabilir. Günümüzde yüzüne bakılmayacak tipte, iki dakika konuşulamayacak
cehalette ve zekada birtakım insanların ticaret, siyaset ve sanat alanında tanınmış
isimler olması doğa değil medeniyetin sunduğu imkanlardır. Medeniyet yerine
doğanın acımasız kanunları geçerli olsaydı bu bireyler ya doğdukları gibi yok
edilecek (memeliler de dahil olmak üzere pek çok hayvan doğuştan zayıf olan
yavrularını öldürebilmektedir), iyi ihtimalde ise yaşayacak ancak kendisini
isteyecek karşı cins olmadığı için üreyemeyecek ve nihayetinde neslini devam
ettiremeyecektir (not: Medeniyet, her ne kadar doğanın eşitsizliğine bir
derece engel olsa da, diğer yandan doğal seleksiyonu da engelleyerek,
insanlığın mükemmele ulaşmasını zorlaştırmaktadır. Öyle ki, doğanın acımasız
kuralları geçerli olduğunda zayıf ve çirkin birey kendisine bir eş bulamayacak
ve genlerini devam ettiremeyecek, bu sayede sadece güçlü ve güzel genlerin yeni
nesillere aktarımı sağlanacaktır (Bir Habil ile Kabil Hikayesi).
Thomas
Hobbes, Leviathan’ında her ne kadar doğayı eşitlik sağlayan kaynak
olarak kabul etmiş olsa da, bu eşitliğin aslında insanlar arasındaki kıskançlık
ve düşmanlığı yarattığını iddia etmiştir. Bu durum asla sonlanmayacak bir
güvensizlik ortamı oluşturacak ve sonucunda birey, diğerlerine üstünlük
kurmadığı sürece rahat hissetmeyecektir. Hobbes, “homo homini lupus”
cümlesiyle açıkladığı bu rahatsızlık ve güvensizlik ortamı, insanların daima
mücadele ve savaşa hazır olmasını gerektirecektir. Ne var ki, insanoğlu için
sürekli savaşır veya savaşa hazır halde yaşamak tercih edilebilir değildir.
Üstelik savaş ortamı her ne kadar insanın kazandığı takdirde ikincil amacı olan
güce erişmesini sağlayabilecek olsa da, kaybettiği takdirde birincil amacı olan
hayatta kalmasını engelleyecektir. Bu nedenle Hobbes, insanın aklını
kullanarak, barışı aradığını iddia etmektedir.
Hobbes’un
bahsettiği akıl, bu yazıda bahsettiğim medeniyettir. Doğadan gelen insan,
doğanın kötülüğüne sahiptir ve bu kötülük ne kadar medeniyetle iç içe geçerse
geçsin içinde yaşamaya devam edecektir. Ancak, insan medenileşmesi ve aklını
kullanması sayesinde, kendini baskılayabilir. İçimizdeki iyilik ile kötülüğün
savaşı tam olarak budur. Güçlü olan, içindeki doğanın acımasız sesine dur
diyebilecek birey, kendi kötülüğünü yenebilmektedir.
Üzerinde
durulması gereken önemli bir nokta, cesaret ve güç kavramlarının doğrudan kötü
davranışı etkilemesidir. Gerçek şu ki, kötülük yapma fırsatı olmasına rağmen
kötülük yapmayan kişi ya güçlü olup içindeki dürtüyü yenmiş, ya da cesaretsiz
olduğu için kötülük yapmaya çekinmiştir. Örneğin, önündeki kişinin
cüzdanını düşürdüğünü gören bir kişi, cüzdanı alıp kendi cebine atabilir. Bu
zayıf insanın kendi yararı için gerçekleştireceği az miktarda cesaret isteyen
klasik ve doğal bir kötü davranıştır, kişiye ekonomik getirisi olacaktır.
İkinci ihtimal olarak kişi cüzdanı alacak, içindeki bencil dürtüye karşı
gelecek ve cüzdanı sahibine teslim edecektir. Bu güçlü insanın iyi
davranışıdır, ancak herhangi bir cesaret gerektirmez. Üçüncü ihtimal olarak
kişi yine cüzdanı alacak, aslında çalmak istese de belki etrafta gören olmuştur
düşüncesiyle cüzdanı sahibine verecektir. Bu durumda kişi iyilik yapmış olsa
bile, bu davranış içindeki kötülüğü yendiği, güçlü olduğu için değil;
yakalanmaktan korktuğu, cesaretsiz olduğu içindir. Son ihtimalde ise kişi yere
düşen cüzdanı görecek, ancak ne cebine atacak, ne de alıp sahibine teslim
edecektir. Nötr kelimesinin tam karşılığı olan bu durumdaki kişi yine güçlü
olup, içindeki bencil sese dur demiş; ancak diğer yandan başka birisine iyilik
yapma gereği duymamıştır. Bu kişinin cesaret seviyesi ile ilgili bir şey
söyleneme ancak kötü değildir ve güçlüdür.
Örneğin,
iş arkadaşını ölesiye kıskanan ancak cesaretsiz bir kişi kötülük yapmaz, daha
doğrusu yapamaz. Çünkü yakalanmaktan ve cezalandırılmaktan korkar. Ya da
gözünün önünde bir kişi diğerine kötülük yapıyor ve bunu seyreden kişi de bu
durumu engellemek için herhangi bir çaba göstermiyorsa, bu kişi cesaretsizdir
ve zayıftır. Örneğin, Abramovic örneğinde insanlar dörde ayrılmıştır. İlk
kötülüğü yapan cesaretli kötüler; devamında aslında kendi başlarına hiçbir şey
yapmayacak ancak kötülük yapanlardan destek alarak onlara ayak uyduran, onları
takip eden cesaretsiz kötüler; bu olaya seyirci olarak kalan zayıf ve
cesaretsiz kişiler; duruma ilk müdahale eden içindeki kötülüğü baskılamayı
başarmış ve üstüne iyilik yapan cesur birey ve devamında cesur iyiden destek
alarak olaya ses çıkaran cesaretsiz iyiler.
Aslında
insanoğlunun içindeki kötülük ile kendi savaşı vardır. “Şeytana uydum” şeklinde
çoğunlukla kötülük yapıp suçun şeytana atıldığı bu davranış, kişinin zayıf
olması, zayıflığı nedeniyle kendini kontrol edemeyerek kötülük ile güç ve
kişisel tatmin elde etmeye çalışması, başaramayınca da pişman olarak, kendi
zayıflığını kabul etmemesidir. Asıl güçlü olan ise, içindeki bu sese dur
diyebilendir. Ne var ki, insanoğlu algısal hipergamiye sahiptir ve kişinin
gerçekten güçlü olup olmadığıyla değil, nasıl göründüğüyle ilgilenir. Bir
kişi zayıf olup içindeki kötülüğe yenilerek, adaletsiz ve kötü bir yolla güç
kazandığında, insanoğlu bu kişinin o güce nasıl ulaştığıyla değil, o güce sahip
olup olmadığıyla ilgilenir. Bu nedenle iyi de kötü de olsa, güçlü olan
saygı uyandırmaktadır.
Dinlerin
vurguladığının aksine net iyi ve kötü insan yoktur. Tüm insanlar içlerinde
iyilik ve kötülük duyguları ile yaşamakta olup güç ve cesaret seviyeleriyle
bağlantılı olarak çeşitli olaylar karşısındaki farklı yaklaşımlar
sergilemektedirler. Örneğin, daha önce üzerinde durduğumuz gibi kötülük duygusu
hayatta kalma ve güç kazanma arzuları nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Peki, bir
insan iyiliği neden yapmaktadır?
Öncelikle
iyilik kavramının da yanlış anlaşıldığından bahsetmemiz gerekir. Bir davranış
tamamen iyilik amaçlı olsa da aslında belli getirileri olduğu için
yapılmaktadır. İlk neden olarak kişinin iyilik yaparak kendini diğerlerinden
daha özel, ahlaklı ve etik hissetmesi bulunmaktadır. Bu da yine doğrudan güçlü
olma, diğer bireylerden herhangi bir konuda daha üstte olma arzusu ile
ilişkilidir. İyiliğin ikinci nedeni ise kişinin varoluş amacını tatmin
etmesidir. İnsanlar sadece hayatta kalmakla ilgilenmemekte, neden yaşadıklarını
da sorgulamaktadır. Nasıl ki çocuk – torun sahibi olmak, bir işte başarılı
olmak, eserler bırakmak vb. insanın raison d’etre hissine hizmet
ediyorsa, bir kişiyi mutlu etmek, onun için bir şeyler yapmak da kişiyi işe
yarar, belli bir amaç için dünyaya gelmiş hissettirecektir. İyilik yapmanın
üçüncü nedeni ise kişisel çıkardır. İnsan psikolojisi iyilik yaparak, bir gün
kendisi de bir ihtimal kötü duruma düştüğünde, yardım edileceğini düşünmeyi
istemektedir. Ayrıca son olarak insanoğlu aynı hayvanlar âleminde (bizonların
aslanlara karşı gerçekleştirdiği çember şeklinde savunma) olduğu gibi kendi
ailesi veya çevresi ile dayanışma içinde olarak, hayatta kalma ihtimalini
arttırmaya çalışmaktadır.
Ancak
elbette yapılan iyilik, bilinçaltında belli nedenleri olsa da, çoğunlukla güçlü
ve cesur olmayı gerektirmesi nedeniyle kötülüğün tersine saygı duyulması
gereken bir davranıştır. Günümüzde medya sistematik olarak iyi ile kötü
kavramını topluma dezenforme ederek tanıtmaktadır. İzlediğiniz dizi ve
filmlerde, iyi karakterler, sinir edici düzeyde pasif karakterlerdir. Bu
eserlerde “iyi” kahramanlar kendilerini öldürmek isteyen düşmanını yendikten
sonra, düşmanını bağışlar, sonra düşman gelir tekrar saldırır; kendisine küfür
edene geniş bir şekilde güler, yumruk yediğinde diğer yanağını düşmanına
çevirir. Hayır, iyilik bu değildir. Pasif bir şekilde iyi kalabilen insanlar
aslında iyi olduklarından değil, naiflik, zayıflık ve cesaretsizliklerinden
bu durumdadır. Gerçek iyilik kavramı, asla bir iyiye saldırmayan, yükselmek
için kötülüğü kullanmayan, ancak diğer yandan kötülüğe an ağır şekilde karşılık
verendir.
Elbette
hayatta kalma ihtimalini arttırmak amacıyla insanoğlunun her ortamda cesaretli
olması da kendi doğasına aykırıdır. Örneğin, günümüzde toplumun %99’u belli
yanlış ve kötü bir düşünceyi savunuyorken başka bir şey söylemek en fazla
toplumsal itibarı geriletebilir, ancak önceki çağlarda, özellikle dini
konularda alışılmışın dışında konuşmak, giyotin veya yakılmakla sonuçlanırdı.
Çünkü daha önce de dediğim gibi toplumun çoğunluğunu zayıflar oluşturur ve bu
zayıflar kötü de olsa güçlünün peşinden gitmeye meyillidir.
Kısaca
kişi, kendi içindeki kötülüğü baskılayacak güce ve zarara uğrayacağını bile bile
başkalarının sahip olduğu kötülüğe karşı çıkacak cesarete sahip ise ve bunun
sonuçlarının da farkındaysa, en üst düzey iyilik kavramı budur. Ancak bu kişi güçlü
olsa bile nihayetinde hayatta kalmayacak ve doğal rekabette elenecektir. Diğer
yandan içindeki kötülüğü yenen, cesarete de sahip olan ancak aklını kullanarak
doğru zamanı bekleyen kişinin, doğal rekabette kazanma ihtimali vardır. Bu
nedenle kötülüğün krallığı olan dünyada, akılsız bir iyi olmak yerine, planlı
bir iyi olmak asıl gerekendir.
MODERN ZAMANLAR
İnsanın kötülüğü baskılamasını sağlayan, medeniyetin kendisinden çok, insana sağlamış olduğu imkanlardır. İnsan daha iyi giyindiği, daha iyi yemekler yediği, gezdiği, eğlendiği için değil, ya Hobbes’un üzerinde durduğu gibi savaşı bitirmek için karşılıklı barış özlemiyle aklını kullanabildiği, ya da güçlü ve özgüvenli yapısı sayesinde içindeki kötülük dürtüsünü yenebildiği için iyidir.
Diğer
yandan, günümüz modern zamanlarında güç kavramı giderek genetik üstünlük,
karakter tutarlılığı, zekâ, bilgi seviyesi gibi kavramlardan çıkıp kendini daha
iyi pazarlayabilme yeteneğine dönüşmüştür. Daha önce de dediğim gibi, algısal
hipergami nedeniyle insanoğlu gerçek güçlüye değil, güçlü olarak algıladığına hayranlık
duyar. Kadınların kendilerini olduklarından çok daha farklı bir hale
dönüştürmelerini sağlayan makyaj, sosyal medya fotoğraf filtreleri; erkeklerin
kadınlara kendilerini kaliteli göstermek için sahip oldukları para ve
öğrendikleri kadın tavlama stratejileri; insan ilişkilerinde yükselmek için
kullanılan manipülasyon oyunları, hipergamiyi aldatıcı bir hale getirmektedir.
Özellikle sosyal medya odaklı dünya, algısal hipergamiyi arttırıcı etkiye
sahiptir. Nitekim sosyal medya doğrudan insanların ilgi çekme ve kendini
pazarlama, kendinin ne kadar da özel, değerli ve diğer insanlardan farklı
olduğunu gösterme ihtiyacına yöneliktir (Sosyal medyanın kadın algısına
zararlarına İyi Çocuklar Neden Her Zaman Kaybeder yazımda değiniyorum).
Bir
diğer problem ise topluma sürekli pompalanmaya çalışılan “sen özelsin, sen
değerlisin” mesajıdır. Bu nedenle herkes kendisini en iyi görmekte, diğer
insanlara bu yüksek ego ile davranmakta, kendilerini ve çocuklarını birer prens
ve prenses olarak yetiştirmektedir. Mükemmel Değiliz Hiçbirimiz adlı yazımda da bahsettiğim gibi olması gereken; kişinin
kendisini de diğer insanları da eksik olarak görmesi ve devamlı olarak kendisini
geliştirmeye çalışması iken, günümüz kişisel gelişimcileri ve medyanın vurguladığı
bunun tam tersidir. Kişi kendisini olmadığı kadar üstün görmekte, çevresine
böyle yansıtmakta ve gerçekten de öyle olabilmek için sürekli rol yapmak zorunda kalmaktadır. Bu durumda kendi hipergamik seviyesini olduğundan yüksek
görmekte, bu nedenle kibirli bir şekilde kendisi de hipergamiye önem vermekte,
ancak hiçbir zaman karşısındaki ile tatmin olamamaktadır. Nitekim, aslında
karşısındaki de rol yapan bir birey olacaktır.
Feminizm, the Red Pill, the New Age vb.
pek çok akım yeni nesillerin sağlıklı bir şekilde büyüyebileceği aile ve
toplum yapısını bozmaktadır. Öyle ki, kadın – erkek ilişkilerinde güven ortadan
kalkmış, iki cinsiyette de bağlılığa olan inanç azalmış ve iki cinsiyet de
evlilikten alabilecekleri faydayı (cinsellik ve ilgi) evlenmeden de sağlar hale gelmiştir. Aile yapısının bozulması ilk olarak kişileri yalnızlığa itmiş (kısa
süreli ilişkiler insanlara karşısındakine tamamen samimi olma imkanı vermez,
verse bile ilişki bir süre sonra bittiğinde, her şey sıfırlanacaktır), bu
yalnızlık ise tatminsizlik ve devamında zayıflığı getirmiştir. Ancak aile
yapısının bozulmasının en büyük zararı yeni nesillere, yani toplumun temel
taşına olmaktadır. Örneğin, boşanma veya evlilik dışı ilişki sonucunda, baba
figürü olmayan bir ailede, erkekler maskülenliği babalarından öğrenemeyecek,
yıllar boyunca annelerinin ve okullarda kadın hocalarının etkisi ile
feminenleşeceklerdir. Babasız kız çocukları ise, otorite boşluğu nedeniyle
kendini sınırlamayı öğrenemeyecek, ayrıca hem erkeklere güvenmeyen hem de
erkeklerin sürekli ilgisine ihtiyaç duyan bireyler haline geleceklerdir
(Bazı Kadınlar Neden Hep Kendilerini Üzecek Erkeklerle Birlikte Olur & İyi Çocuklar Neden Her Zaman Kaybeder).
UMUT
Her ne kadar yazı boyunca doğanın ve
insanoğlunun kötülüğe olan eğiliminden bahsetmiş olsam da, insan çıkarları
doğrultusunda her şeye rağmen iyi olmaya çalışmakta, çünkü aslında iyi olanın
yanında rahat ve güvende hissetmektedir. Bu nedenle doğa, içindeki tüm kötülüğe
rağmen, dengeyi korumak için bir takım savunma mekanizmaları da geliştirmiştir. Daha
önce değindiğim gibi hayvanlar ve insanlar, kendi toplumlarını, dolayısıyla
kendilerini korumak amacıyla iyilik yapmaktadır. Örneğin, anne yarasalar,
sadece kendi yavrularını değil, yeterli besin varsa, annesiz kalmış diğer
yarasa yavrularını da beslemektedir. Bal arıları, eşek arıları ile olan
savaşlarında, yaralanan arıları kurtarıp tekrar kovanın içine götürmektedir.
İnsanlar ise, kabileler, şehirler, ülkeler kurarak yaşadıkları toplumu
korumaktadırlar.
Medeniyetin getirdiği çarpıklaşmış toplumsal
yapıya rağmen, insan doğası da insanı hala korumaktadır. Örneğin, insan ne
kadar ırkçı olursa olsun, kendi dış görünüşüne uzak kişilerden hoşlanmaya daha meyillidir (esmerlerin, sarışın sevmesi vs.). Bu davranışın bilinçaltındaki gerekçesi, ırklar arası evliliklerin, genetik seçilimi arttırması ve dolayısıyla neslin daha güçlü olmasıdır.
İnsan doğasının bir diğer kendisini koruma
mekanizması ise oksitosin ve dopamin hormonlarıdır (Mutluluğun Hormonları). Dopamin
sayesinde insan zorluklarla karşılaştığında, bir süre sonra bu duruma alışarak
atlatabilmektedir. Bu sayede insanın aslında zorluklar karşısında pes edip kötü
bir yola başvurması, eğer sabrederse dopamin sayesinde engellenebilmektedir.
Oksitosin ise kadınların hamile kaldıkları zaman bebeklerine bağlanmalarını
sağlayan bir hormondur. Ancak diğer bir işlev olarak partnerlerin birbirine aşık olmasını sağlamakta, sağlıklı nesiller için gerekli olan monogamiyi desteklemektedir.
Ayrıca yine bir kişi ile ne kadar çok zaman geçirilirse, dopamin ve oksitosin sayesinde o
kişiye bağlılık artmaktadır. Kısaca, her ne kadar modernleşme adı altında
tek eşlilik yok edilmeye çalışılsa da, insan kendi çıkarları için tek eşliliği
bilinçaltında ve doğasında savunmaya devam etmektedir.
Sonuç olarak, herşeye rağmen insan çabalamaktadır. Birleşmiş Milletler (her ne kadar kabul edilebilir olmayan bir eşitsizlik işleyişine sahip olsa da), Uluslararası Af Örgütü, UNICEF, WHO bunların örnekleridir. İnsan her ne kadar hayatta kalmak veya daha fazla güç için yok etmeye meyilli olsa da, en azından ister kendi vicdanını rahatlatmak diyelim, isterse kişisel çıkarlarına uygun olduğu için diyelim, iyilik tohumlarını da ekmekten vazgeçmez.
HEM GÜÇLÜ HEM İYİ OLARAK KALABİLMEK
İnsanın içinde kötülük bulunduğu, güçlü olanın bu kötülüğü baskılayabildiği, zayıf olanın ise kötülüğün esiri olduğu; doğal düzenin kötülüğe daha elverişli olması nedeniyle, zayıf bir insanın bile kötülük ile yüksek bir konuma gelebildiğini; üstelik toplumun da kişinin içindeki güce değil, geldiği konuma değer verdiğini ve dolayısıyla kötülük ile gücü elde etmiş kişiye saygı duyabildiğini öğrendik. Ayrıca, karşılıksız iyilik yapanın, pasif olanın da toplum tarafından zayıf olarak algılanıp, değer görmeyeceği üstünde durarak hipergaminin acı gerçeklerini tattık.
Peki yine de ucuz insanlar gibi zayıflığa düşüp
kötü olmayı kabullenemiyor muyuz? O halde üç ana kural var; dalavereye, şark
kurnazlığına girmeden hayatta başarılı olmaya bakacaksın, karşılığını
göremediğin kimseye sınırsız iyilik yapıp kendini alçaltmayacaksın ve sana
kötülük yapana karşılığını vereceksin.
Kötü insan zayıf insandır, bu yüzden öncelikle
kötülüğün, yani zayıflığın nedenini düşünmelisin. Karşındaki yaptığı kötülüğü,
daha fazla güç kazanmak için de yapıyor olabilir, kendini savunmak için de.
Kendini savunmak için kötülük yapan kişi, bunu seçmemiş, zorunda kalmıştır. Bu
nedenle ben bu tür kişilere, tutumlarına göre yardım etmek veya uzaklaşmaktan
yanayım. Örneğin, sokakta sevmek istediğin bir kedi birkaç gün önce başka bir
insan tarafından tekmelendiği için sana önyargıyla yaklaşıp tırmalayabilir;
hoşlandığın bir kadın geçmişinde yaşadığı aldatılma vakaları nedeniyle geçmişin
intikamını senden almaya kalkabilir; ya da psikolojik ve ailevi problemleri
olan bir çocuk sana terbiyesizlik yapabilir. Bu durumdaki kişiler,
geçmişlerinin esiri olan zayıflardır. Ve bu yüzden, sen de zayıf davranıp, bu
kişilere kötülük ile karşılık vermemelisin. Eğer karşındaki kişiye değer
veriyorsan, ona yardım etmeye çalışabilirsin. Ama o kişiye herhangi bir değer
vermiyorsan veya senin uğraşlarının değerini bilmeyecek bir kişiyse, zayıfı
kendi haline bırakır, uzaklaşırsın. Bu pısırıklık veya pasiflik değildir. Eğer bir aslan olmak istiyorsan, seni
ısıran böceği kovalamayacaksın.
Diğer yandan, bazı zayıf insanlar kötülüğü
kullanarak güçlü konuma gelmekte ve daha da güçlenmek için kötülüklerini
sürdürmektedir. Bu tür planlı kötülük yapanlara en ağır karşılığı vermelisin.
Ama yine bu karşılık, zayıf insanlar gibi intikam amacıyla değil, kötülüğü
yapan bu karşılığı hak ettiği için olmalıdır. Kısaca, acı çektirene acı
çektirmelisin ki, acı çekenin acısını anlasın (dikkat ederseniz bu karşılık
bile aslında kişiye yardım etmek, empatiyi öğreterek onu rehabilite etme amacı
taşımaktadır). Hem zaten Tanrı değil midir, aynı anda hem bağışlayıcı hem de
cezalandırıcı olan? Bizim için de ideal olan yeri geldiğinde merhametimizi, yeri
geldiğinde de şiddetimizi insanlara vermektir. Yardım elini de kılıcını da hak
eden insanlardan esirgeme. Unutma, seni güçlü ve asil yapan sadece iyiliklerin
değil, aynı zamanda da kötülüğe olan düşmanlığındır. Bu yüzden, iyiye yardım etmek kadar, kötünün başını ezmek de elzemdir.
Son olarak, birisine fazla iyilik (sevgi, ilgi, yatırım) verdiğinde, senden soğuyacak olsa da korkma ve gerçekten değer verdiğin insandan, "en azından belli bir süre" vazgeçme. Ancak bu uğraşı da kendini alçaltmadan yap. Bunu başarmanın tek yolu, kendini bir kurtarıcı olarak görmektir. Bunu gerçekleştirdiğinde, karşındakine ne kadar karşılıksız iyilik yaparsan yap, onun gözünde zayıf olarak algılanıp, algısal hipergamiye yenik düşmeyeceksin (Örneğin karşındakine sürekli itifat etmek, onun peşinden koşmak, onun kötü davranışlarına göz yummak, onu Tanrı/Tanrıçalaştırarak hatalarını görmezden gelmek, zayıf insanların iyiliği/ilgisidir. Sen ise, kendini onun kurtarıcısı olarak göreceksin, onun ayak işlerini yapmayacak ama gerçekten ihtiyacı olduğunda da yardımına koşacaksın. Hata mı yaptı? Azarlayacaksın).
Güçlü olmak korkusuz olmayı, pes etmemeyi gerektirir. Bu yüzden verdiğinin karşılığını alamamaktan korkma. Ama yeterince denemene rağmen, hala verdiğinin karşılığını alamadığını görüyorsan da vermeye devam etme. Güçlü olmak, yeri geldiğinde vazgeçmeyi de gerektirir. Sessiz bir şekilde geri çekil, sinirlenme, gücenme, zayıfı kaderi ile başbaşa bırak. Unutma, kurtarıcısını kaybeden o. Senin kaybın yok.
Yazı sonrası biraz da müzik...
Bir tane daha...
Son olarak, birisine fazla iyilik (sevgi, ilgi, yatırım) verdiğinde, senden soğuyacak olsa da korkma ve gerçekten değer verdiğin insandan, "en azından belli bir süre" vazgeçme. Ancak bu uğraşı da kendini alçaltmadan yap. Bunu başarmanın tek yolu, kendini bir kurtarıcı olarak görmektir. Bunu gerçekleştirdiğinde, karşındakine ne kadar karşılıksız iyilik yaparsan yap, onun gözünde zayıf olarak algılanıp, algısal hipergamiye yenik düşmeyeceksin (Örneğin karşındakine sürekli itifat etmek, onun peşinden koşmak, onun kötü davranışlarına göz yummak, onu Tanrı/Tanrıçalaştırarak hatalarını görmezden gelmek, zayıf insanların iyiliği/ilgisidir. Sen ise, kendini onun kurtarıcısı olarak göreceksin, onun ayak işlerini yapmayacak ama gerçekten ihtiyacı olduğunda da yardımına koşacaksın. Hata mı yaptı? Azarlayacaksın).
Güçlü olmak korkusuz olmayı, pes etmemeyi gerektirir. Bu yüzden verdiğinin karşılığını alamamaktan korkma. Ama yeterince denemene rağmen, hala verdiğinin karşılığını alamadığını görüyorsan da vermeye devam etme. Güçlü olmak, yeri geldiğinde vazgeçmeyi de gerektirir. Sessiz bir şekilde geri çekil, sinirlenme, gücenme, zayıfı kaderi ile başbaşa bırak. Unutma, kurtarıcısını kaybeden o. Senin kaybın yok.
Yazı sonrası biraz da müzik...
Bir tane daha...
uzun ama doyurucu bir yazı sabır edin okuyun birsürü konuda çok önemli bilgiler ediniyorsunuz
YanıtlaSilmariya abramoviç de kaşınmış yanlız. soymaya başladıkları anda gösteriyi bitirebilirdi. sırf ünlü olmak için karşılık vermemiş
YanıtlaSilKadının amacı sonuna kadar götürüp insanın gerçek yüzünü ortaya çıkarmak
Silaşırı karamsar...
YanıtlaSilbebeklerin gerçek yüzü :D https://www.telegraph.co.uk/content/dam/films/2017/07/25/TELEMMGLPICT000135721385_trans_NvBQzQNjv4BqN4ePBoE4ef7kaLHd_OTbY2YBaHRrlxHKhYcmN8PQA_c.jpeg?imwidth=1400
YanıtlaSilinsanı kötülük çektiği için insan kendisine iyilik yerine kötülük yapanları seviyor yani
YanıtlaSilGörüşlerin ünlü klinik psikolog Jordon Peterson ile paralellik gösteriyor hatta bana şu videodaki dersini hatırlattı https://youtu.be/fesSvXKxYd0
YanıtlaSilyazıda redpill eleştirilmiş ama bence paralel fikirlere sahipler
YanıtlaSilgördüğüm en anti hümanist yazı
YanıtlaSilyazı güzel ancak kötülük kavramı sadece ve sadece insan için geçerlidir doğadaki hayvanlar kötüdür demek bana kalırsa anlamsız.
YanıtlaSilunutmayınız efendim kötülük ve iyilik insana mahsusutur.
iyi kuş ya da kötü aslan olmaz,olamaz.....
Mükemmel bir yazı. Benim de içlerinde bulunduğum mizantropların hayata bakışını detaylı bir şekilde anlatan bir yazı olmuş. Farklı zamanlarda edindiğim bilgileri derli toplu şekilde bir arada bulmak çok sevindirici. Hayranlıkla diğer yazılarınızı da okuyorum. Zihninizi sağlık.
YanıtlaSilÇocuklarla ilgili deneyin Türkçe çevirisi olan videosu
https://youtu.be/Z4eGJq0rjw0
SilKING CASINO, LLC GIVES A $100 FREE BET
YanıtlaSilKING CASINO, LLC septcasino GIVES A $100 FREE worrione BET to try. Visit us today and septcasino receive a $100 FREE gri-go.com BET! Sign herzamanindir.com/ up at our new site!